Roma… Herkesin ‘mutlaka gidilmesi gereken şehirler’ listesinde üst sıralarda yerini alan Roma’da kısa süre kalabildim. Yine de gerek İtalyanca bilmememden gerek kimsenin İngilizce bilmemesinden (evet Roma’da da) sıklıkla kaybolarak gitmem gereken en önemli yerleri kaybola kaybola buldum. Harita kullanmaya karşı inadımdan dolayı da biraz bu duruma düşmüş olabilirim tabi. Zaten bu inatlarım yüzünden Roma gezimin sonunda bir gölette yüzmek zorunda kaldım ama oraya gelene kadar ilk hikayelerimize geçelim.
Coliseum (Colosseo)
Pompei’deki şirin evimden tren agrına doğru yola çıktım. Trene bindim ama içimde inatçılığımdan dolayı başıma açacağım olası kayıpların bilinciyle bir kaygı oluştu. Bütün yolculuk boyunca hala nasıl harita kullanmadan gezebileceğimi düşündüm ve herzamanki gibi ‘Bir yolu bulunur yahu. Ben önce Coliseum’u bulayım da …’ Colosseo durağında isim benzerliğine hiç dikkat etmeyerek indim. Coliseum’u aramanıza gerek yok. Duraktan iniyorsunuz ve şöyle bir görüntüyle karşılaşıyorsunuz.
Samimi hislerimi ifade etmem gerekirse ben daha etkileyici bir yapı bekliyordum. Beklediğimden çok daha ufak ve harabe bir görünümü vardı. Fakat tabiki bu benim görüşüm. Colosseo’ya girip gezmek için iki tip sıra var. İlki şahsi geziler (isterseniz telerehber hizmetini pahalıca bir fiyata edinebiliyorsuuz), ikincisi ise rehber grubu halinde. Benim tavsiyem münferit girin ve benim yaptığım gibi bir gruba kendinizi ekleyin. Zaten o kadar çok rehber grubu bulunuyor ki ister istemez çevreden onlarca bilgi duyuyorsunuz.
Colosseo’ya girdiğinizde kelimenin tam anlamıyla bir bina iskeleti ve harabeyle karşılaşıyorsunuz. Sanırım gerek tarih mezunu olmamdan gerekse Holyywood filmleriyle büyümenin etkisiyle Coliseum bana hiç ama hiç etkileyici gelmedi. Tabiki bu hissiyatım yine de uzun süre gezmemi engelleyemedi çünkü her ne olursa olsun yıllarca gözümüzde devleşmiş bir konseptin, bir yapının, Coliseum’un içindeydim.
Coliseum’a girer girmez ilk dikkatinizi çeken adeta içi dışına çıkarılmış yer oluyor. Hepimizin bildiği üzere gladyatör dövüşlerinin arenada yapılmasına rağmen şu an yapının tabanında düz bir dövüş alanı yok. Bu orta alan kaldırılmış. Sebebi ise gladyatörlerin odalarının, eğitim merkezlerinin ve tüm yaşam alanlarının bu taban kısmının altında bulunması. Resimlerden de görüldüğü üzere dövüş alanının bulunması gereken yerde onlarca minik odacık ve birbirine geçmeli koridorlar bulunmakta. Fakat malesef bu bölge turistik geziye kapalı ve halen arkeolojik çalışmalar yapılmakta.
Coliseum’un bence en ilgi çekici kısmı dış cepheye yakın alanlarda sergilenen ve arkeolojik kazılardan elde edilen tarihi eserlerdi. Bu eserlerin içinde gerek imparator-imparatoriçe büstleri gerekse hayvan iskeletleri, dövüşlerde yenilen kuruyemişler v.b. gibi değişik buluntular sergilenmekte.
Bu sergi bölümü inceleyip gezdikten sonra Coliseum’un en tepesine çıkarak son bir kez Roma’ya Coliseum’un tepesinden bakmak istedim. Bu güzel manzarayla esen rüzgarın keyfini çıkarırken gözüme Arch of Constantine çarptı. Bu heybetli yapı milattan önce 4.y.y.da yapılmış ve dini olarak da önemli bir sembol. İmparator Constantine’in zaferiyle Hıristiyanlığa geçişin sembolü olan bu kemer Coliseum’un hemen yanı başında dikili. Fakat benim açımdan bundan daha da ilgi çekici bir yapı tam önünde yerde uzanmış yatıyor. Constantin Kemeri’nin önünde görülen bu çıkıntılar eski bir Pagan Tapınağı’nın sökülüp yıkıldıktan sonra yerdeki kalıntıları. Bu kalıntılardan hemen hemen tapınağın pozisyonunu ve şeklini aklınızda kestirebiliyorsuuz. Tabi Pagan Tapınağının hemen yanına yapılan bu Hıristiyanlık sembolü kemer de bir o kadar manidar. Bu ironinin kasti mi tesadüfi mi yapıldığını bilemiyorum ama sizce de kasti bir güç sembolü gibi durmuyor mu?